Uzun süren insani krizler insanların dünyayı algılayışını değiştiriyor. Gazze gibi acının günlük hayatın bir parçası olduğu yerlerden gelen haberler, ilk zamanlarda güçlü bir empati uyandırır. Fakat aynı görüntüler tekrar tekrar karşımıza çıktığında ve çözüm ufukta görünmediğinde, insan ister istemez duygularında bir azalma hissediyor. Psikolojide buna duyarsızlaşma ya da travma yorgunluğu deniyor. Toplum düzeyinde ise normalleşme etkisi ve toplumsal duyarsızlaşma olarak karşılık buluyor.
Bu durum imanımın zayıfladığını göstermiyor. Duyarsızlaşma konusunu işlerken imanı anmamın nedeni, bu durumun çoğu zaman yanlış yorumlanmasıdır. Bazı kişiler, acıya alışmayı iman zayıflığıyla ilişkilendirir. Oysa bu durum inancımın zayıfladığı anlamına gelmez. Yoğun acıya sürekli maruz kalan zihin, kendini korumak için tepkileri azaltabilir. Bu, psikolojik bir savunma tepkisidir. Benim için asıl ölçü, merhamet ve adalet sorumluluğunu yerine getirmeye devam etmektir.
Benim açımdan mazlumun yanında olmak tartışmasız bir gereklilik. Dua etmek, elimden geldiğince yardım etmek, hak arayışına destek vermek bu sorumluluğun parçaları. Duyarlılığımın azaldığını hissettiğimde kalbimi tazeleyecek yollar ararım. Kur’an okumak, mazlumlar için bilinçli bir dua zamanı ayırmak, küçük de olsa düzenli bir destek vermek bu bağı korumama yardımcı olur.
Travma yorgunluğu toplumsal ölçekte daha sessiz ilerliyor. Medyada benzer görüntülerin tekrarı mesajın etkisini zayıflatıyor. Çaresizlik hissi, insan ile acı haberler arasına görünmez bir mesafe koyuyor. Bu durum hem birey hem kurum kararlarını etkileyebiliyor. Aşırı duygusal yüklenme kişiyi yorar, objektifliği azaltır. Kurumlarda ise plansız adımlar, kaynak israfı ve stratejiden sapma gibi sonuçlara sebep olur. Ben, dengeyi korumanın bu noktada önemli olduğunu düşünüyorum. Empatiyi eyleme çevirmeden önce nefes almak, niyeti berraklaştırmak ve yapılacak işi gerçek ihtiyaçlarla eşleştirmek şart.
Bir başka tehlike de duygusallığın suistimal edilmesi. Yoğun duygu atmosferi, iyi niyetli insanların hassasiyetini kullanmak isteyenlere fırsat verebilir. Bu yüzden yardım çağrılarını soğukkanlılıkla değerlendirmek, hedefi ve güvenilirliği sorgulamak, kısa vadeli coşku yerine sağlam bir muhakeme ile hareket etmek gerektiğine inanıyorum.
Duyarlılığı canlı tutmak benim için günlük hayata yerleşen küçük ama düzenli adımlardan geçiyor. Haberleri günün belirli bir zamanında takip etmek, kalan vakitte zihni ve kalbi toparlayan uğraşlara yönelmek iyi bir başlangıç oluyor. Her gün mazlumlar için kısa bir dua etmek, haftanın belirli gününde sadaka ayırmak, teheccüd namazına kalkmak ya da bir ihtiyaç sahibine sessizce destek olmak empatiyi alışkanlığa dönüştürüyor. Topluluklarda ise bu bireysel çabanın planlı bir dayanışma ile güçlenmesi önemli. Yardım programlarının sahadaki gerçek ihtiyaçlar öğrenildikten sonra tasarlanması, tek seferlik kampanyalar yerine düzenli katkı hedeflenmesi bu yüzden değerli.
Manevi motivasyonum, yani inancımdan gelen güç, bu çabayı sürdürmemi sağlayan temel güçtür. Cami ya da derneklerde belirli aralıklarla yapılan dua programları birlik duygusunu tazeliyor. İyilik yapanı ve iyiliğe vesile olanı teşvik etmek çevrede hayra açık bir iklim kuruyor. Nafile ibadetler, infak ve paylaşma kültürü zor zamanlarda dayanıklılığı artırıyor.
Benim için travma yorgunluğunu aşmak, acı haberlerden tamamen uzak durmak değildir. Bu, kendimi duygusal olarak korurken ilgimi ve merhametimi kaybetmeden yaşamaya devam etmektir. Böylece hem zihinsel olarak tükenmem hem de uzun vadede duyarlılığımı korurum.
Bu hem insani hem de dini bir sorumluluk. Dengeyi korumak, hem kalbi yormadan hem de yardım yollarını açık tutarak bu sorumluluğu yerine getirmektir.
Duyarlılık bir emanettir, onu korumak dengeli bir zihin ve kararlı bir kalp ister…