Modernite, bir medeniyetin kalbinde atan değişim nabzıdır. İnsanlık, tarih boyunca ilerleme arzusuyla geçmişin bağlarından kopmuş, yeniliklere doğru yol almıştır. Ancak bu yolculuk sadece bir bilim ve teknoloji hikâyesi değil, aynı zamanda ruhun, kimliğin ve değerlerin çetin sınavıdır. Modernitenin sunduğu özgürlük ve ilerleme, aynı zamanda çatışma ve kayıpları da beraberinde getirmiştir. Voltaire, “Özgürlük, tüm yeniliklerin anahtarıdır,” derken moderniteye işaret etmiştir.
Modernitenin İslam dünyasında neden olduğu çatışmaların çarpıcı bir örneği, sömürgecilik döneminde Kuzey Afrika’da yaşandı. Örneğin, Cezayir’de Fransız yönetimi (1830 – 1962). Farklı bir örnek ise Tanzimat dönemi (Osmanlı İmparatorluğu’nda 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla başlayan ve Batılılaşma hareketlerinin hız kazandığı bir süreçtir) olmaktadır.
Cezayir’de Fransız yönetimi dönemi ya da Osmanlı’daki Tanzimat süreci gibi her bir tarihi dönemde, modernite, yerel halkın kimlik kaybı yaşamasına ve derin sosyal yaralar almasına yol açmıştır. Bu süreçler, kültürel değerlerin ve geleneklerin dönüşümünü zorunlu kılmış, toplumsal yapıları kökten değiştiren etkiler bırakmıştır.
Modernite, bir yandan hayatı kolaylaştıran yenilikler sunarken, diğer yandan insanı kendi kimliğiyle yüzleşmeye zorlayan bir aynadır. Bu bağlamda, modernite sadece Batı’nın değil, tüm insanlığın ortak bir tartışma konusudur.
Fihrist
Özet
Bu çalışma, modernitenin doğuşunu, temel ilkelerini ve muhafazakâr bakış açısıyla değerlendirilen etkilerini incelemektedir. Modernite, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da başlayan toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmış, akılcılık, bireysel özgürlük, laiklik ve hukukun üstünlüğü gibi değerleri merkeze almıştır. Batı’da modern devletin ortaya çıkışı, kapitalizm, Amerikan ve Fransız Devrimleri gibi tarihsel olaylarla şekillenmiş, yasal-akılcı otorite anlayışına dayalı bir yönetim modeli benimsenmiştir.
Muhafazakâr düşünürler ise moderniteyi eleştirirken, geleneksel değerlerin kaybı, toplumsal bağların zayıflaması ve manevi unsurların geri planda kalması gibi sorunlara dikkat çekmiştir. Aliya İzzetbegoviç, modernitenin insanlığı daha iyi bir yaşam sunup sunmadığını sorgularken, Sezai Karakoç ve Rasim Özdenören gibi isimler, modernitenin Doğu toplumlarındaki etkilerini eleştirel bir şekilde değerlendirmiştir. Buna karşın, modernitenin bilim ve teknoloji gibi olumlu yönlerinin, İslam medeniyetinin tarihsel birikimiyle uyumlu hale getirilebileceği görüşü de tartışılmaktadır.
Çalışma, modernitenin hem Batı’daki hem de Doğu’daki tarihsel ve felsefi temellerini ele alarak, muhafazakâr bir perspektiften yeniden değerlendirilmesine katkı sunmaktadır. Küreselleşme ve modernitenin güncel etkileri de göz önüne alınarak birey, toplum ve devlet üzerindeki çok boyutlu yansımaları incelenmektedir.
Modernite Nedir?
Modernite somut olarak, toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik dönüşümlerin bir bütünüdür. 18. yüzyılda Aydınlanma Dönemi ile birlikte akılcılık, bilim ve bireysel özgürlük gibi değerlerle şekillenmiştir. Modernite, geleneksel yapılara meydan okuyarak yeni bir dünya düzeni ortaya koymayı amaçlamıştır.
Modernite, Latince “modo” (şimdi) kelimesinden türeyen “modernus” sözcüğünden gelir ve ilk olarak, Hristiyanlığı benimseyen Romalıların pagan kültüründen kopuşunu ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda modernite, eski ve yeni arasındaki farklılığa vurgu yapar; eskiyi olumsuzlayan, yeniyi olumlu gören bir anlayışı ifade eder. Günümüzde modern, “çağdaş, günümüze ait” gibi anlamlarla tanımlanmaktadır.
Modernite, toplumsal yapıyı, bireysel kimlikleri ve düşünce sistemlerini derinden etkilerken, aynı zamanda toplumlar arasında kültürel uyum ve çatışmalara yol açmıştır. Bu nedenle hem Batı hem Doğu medeniyetlerinde derin tartışmaların odağı olmuştur.
Modernitenin Felsefi Temelleri
Modernite, insan aklının otoriteden bağımsız bir şekilde kendi kaderine hâkim olabileceği ve akılcı yöntemlerle dünyanın anlaşılabileceği fikrine dayanır. Bu süreçte, tanrı merkezli dünya görüşünün yerini insan merkezli bir anlayış almış, laik ve rasyonel bir toplumsal yaşam inşa edilmiştir. Din, toplumsal yaşamdan geri çekilmiş, insanın ve bilimin özgürleşmesi öncelikli hale gelmiştir.
Modernitenin hümanizm ve eşitlik gibi değerleri, bireyin aklını kullanarak doğayı ve toplumu dönüştürebileceği varsayımına dayanır. İlerlemeci tarih anlayışıyla insanın sürekli gelişeceği ve toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleyebileceği fikri, moderniteyi tanımlayan unsurlardan biridir.
Modernite ve Batı Medeniyeti
Modernite Batı’da, bilimin ve bireysel aklın yükselişiyle başlamıştır. Immanuel Kant, “Aklını kullanma cesareti göster!” diyerek bireysel özgürlüğü modernitenin temel taşı olarak nitelemiştir. Voltaire ise dini otoriteleri sorgulayarak modern düşüncenin sınırlarını genişletmiştir. Ancak modernite sadece teknolojik ve bilimsel ilerleme değil, aynı zamanda bir tahakküm aracı olmuştur. Batı medeniyeti, moderniteyi bir uygarlık standardı olarak sunmuş ve diğer medeniyetlere dayatmaya çalışmıştır.
Avrupa’da Moderniteye Geçiş
Avrupa’da moderniteye geçiş, dört temel devrimin etkileşimiyle gerçekleşmiştir. Bu devrimler, Avrupa’nın toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik yapılarında köklü değişimlere yol açarak modernitenin temel taşlarını oluşturmuştur:
1. Bilimsel Devrim
Bilimsel Devrim, Newton’un çalışmalarıyla başlayan ve doğa anlayışını kökten değiştiren bir süreçtir. Ortaçağ’da doğa, Tanrı ve melekler tarafından yönetilen bir düzen olarak görülürken, bu anlayış yerini kendi kendini düzenleyen ve matematiksel denklemlerle açıklanabilecek bir doğa modeline bırakmıştır. Evrenin bilimsel yöntemlerle anlaşılabileceği düşüncesi, modern bilimlerin temelini atmıştır.
2. Siyasal Devrim
Siyasal Devrim, iktidarın kaynağını Tanrı’dan halka çeviren bir dönüşüm sürecidir. Bu devrimle birlikte, siyasal meşruiyetin temelinin halkın rızasına dayandığı fikri kabul görmüş ve halkın iradesi siyasal düzenin merkezi haline gelmiştir. Demokrasi anlayışı bu süreçte filizlenmiştir.
3. Kültürel Devrim
Aydınlanma Çağı ile birlikte (Almanca Aufklärung, İngilizce Enlightenment, Fransızca Lumières), akıl üstünlüğü ve rasyonel düşünce toplumsal yaşamın temeli haline gelmiştir. Bu süreç, dinin toplumsal hayattaki ağırlığının azalarak bireyin ve aklın ön plana çıkmasını sağlamıştır. Akılcı ilkelerin benimsenmesi, bireyin özgürleşmesine ve eleştirel düşüncenin yayılmasına zemin hazırlamıştır.
4. Sanayi Devrimi
Sanayi Devrimi, coğrafi keşiflerle birlikte gelişen ticaretin biriken sermaye ile birleşmesi sonucunda başlamıştır. Bilimsel keşiflerin sanayiye aktarılmasıyla teknik ilerlemeler hızlanmış ve kitle üretimi yaygınlaşmıştır. Bu süreç, üretim ilişkilerini, ekonomik yapıyı ve yaşam standartlarını kökten değiştirmiştir. Sanayi Devrimi, modern kapitalizmin temelini oluşturmuştur.
Bu dört devrim, Avrupa’nın moderniteye geçiş sürecinde kritik rol oynamış ve toplumsal yapıların yeniden şekillenmesini sağlamıştır. Bilim, siyaset, kültür ve ekonomi alanlarındaki bu köklü dönüşümler, modernitenin Batı merkezli bir olgu olarak doğmasına ve daha sonra diğer toplumlara yayılmasına zemin hazırlamıştır.
Bu açıklamalardan sonra, modernitenin farklı ülkelerdeki yansımalarını örneklerle açıklamak faydalı olacağını düşünüyorum. Aşağıda, modernitenin üç ülkede teması ve üzerindeki etkileri sizler ile paylaşıyorum.
Meiji Restorasyonu ve Japon Edebiyatına Yansıması
Meiji Restorasyonu (1868-1912), Japonya’nın feodal bir toplumdan modern bir ulus-devlete dönüşümünü simgeler. Bu dönemde Japonya, Batı’nın teknolojik ve idari modellerini benimseyerek hızla sanayileşmiş ve uluslararası arenada güçlü bir konuma yükselmiştir.
Bu modernleşme süreci, Japon edebiyatında da derin izler bırakmıştır. Natsume Sōseki’nin “Kokoro” adlı romanı, Meiji döneminin getirdiği toplumsal değişimlerin bireyler üzerindeki etkisini işler. Roman, geleneksel değerlerin yerini modern düşüncelerin aldığı bir toplumda, bireylerin yaşadığı içsel çatışmaları ve yalnızlığı derinlemesine anlatır.
Aynı şekilde, Mori Ōgai’nin eserleri de Batı kültürü ile Japon gelenekleri arasındaki gerilimi yansıtır. “Maihime” (Dans Eden Kız) adlı hikâyesinde, Batı’da eğitim gören bir Japon gencinin, Batılı bir kadınla yaşadığı aşk ve bu ilişkinin getirdiği kültürel çatışmalar ele alınır. Bu eser, modernleşmenin bireysel ve toplumsal düzeyde yarattığı ikilemleri gözler önüne serer.
Meiji Restorasyonu’nun edebiyat üzerindeki etkisi, Japonya’nın modernleşme sürecinde yaşadığı kimlik arayışını ve geleneksel ile modern arasındaki dengeyi bulma çabasını yansıtır. Bu dönemin edebi eserleri, Japon toplumunun hızlı değişim karşısında yaşadığı adaptasyon sürecini ve bu süreçte ortaya çıkan bireysel ve toplumsal zorlukları anlamak için önemli birer kaynak niteliğindedir.
Hindistan, İngiliz sömürge yönetimi altında derin toplumsal ve kültürel dönüşümler yaşamıştır. Bu dönemi edebi bir perspektiften incelemek, modernitenin etkilerini anlamak açısından önemlidir.
Edebi Perspektiften Hindistan’da Modernite ve Sömürgecilik
İngiliz sömürge dönemi, Hindistan’da sadece politik ve ekonomik değişimlere yol açmakla kalmamış, aynı zamanda edebi üretimi de derinden etkilemiştir. Bu süreçte, hem İngiliz hem de Hint yazarlar, modernite ve sömürgeciliğin etkilerini eserlerinde işlemişlerdir.
İngiliz yazar Rudyard Kipling, Hindistan’da doğmuş ve büyümüş olmasına rağmen, eserlerinde genellikle İngiliz emperyalizmini yüceltmiştir. Özellikle “The White Man’s Burden” adlı şiirinde, Batı’nın Doğu’yu medenileştirme misyonunu savunmuştur. Bu yaklaşım, modernitenin Batı merkezli bir kavram olarak Doğu’ya empoze edilmesinin edebi bir yansımasıdır.
Öte yandan, E. M. Forster’ın “Hindistan’a Bir Geçit” (A Passage to India) adlı romanı, İngiliz sömürge yönetiminin Hindistan üzerindeki etkilerini ve iki kültür arasındaki çatışmaları derinlemesine işler. Romanın ana karakterlerinden Dr. Aziz, sömürge yönetimi altındaki bir Hintli olarak, modernite ve gelenek arasında sıkışmış bir bireyi temsil eder. Forster, bu eserinde modernitenin ve sömürgeciliğin bireyler üzerindeki psikolojik etkilerini ustalıkla anlatır.
Ayrıca, Türk edebiyatında Abdülhak Hâmid Tarhan’ın “Duhter-i Hindû” adlı eseri, Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğini ve Hint halkının yaşadığı zorlukları alegorik bir şekilde ele alır. Bu eser, Doğu’nun moderniteye bakışını ve sömürgeciliğin etkilerini yansıtan önemli bir çalışmadır.
Bu edebi eserler, modernitenin Hindistan’daki yansımalarını ve sömürgeciliğin bireyler üzerindeki etkilerini anlamak için değerli kaynaklardır. Modernite, Batı’nın teknolojik ve bilimsel ilerlemeleriyle şekillenirken, Doğu toplumlarına empoze edilmesi, kültürel çatışmalara ve kimlik bunalımlarına yol açmıştır. Bu süreç, edebiyat aracılığıyla derinlemesine incelenmiş ve farklı bakış açılarıyla okuyuculara sunulmuştur.
Fransız Sömürgeciliği ve Cezayir Edebiyatına Yansıması
Cezayir, 1830’dan 1962’ye kadar Fransız sömürgesi altında kalmış ve bu süreçte derin toplumsal, kültürel ve edebi dönüşümler yaşamıştır. Fransız yönetimi, Cezayir toplumunu asimile etmek amacıyla dil ve eğitim politikaları uygulamış, bu da yerel kültür ve edebiyat üzerinde büyük etkilere yol açmıştır.
Fransız sömürgeciliğinin başlangıç döneminde, Cezayir edebiyatı klasik Arap şiiri ve halkın kendi ürettiği direniş temalı halk şiirleriyle sınırlıydı. Ancak, özgürlük fikrinin yayılmasıyla birlikte sanat ve edebiyat alanında da bir devrim meydana geldi. Bu dönemde, Cezayirli yazarlar Fransız edebiyatının etkisiyle yeni anlatım biçimleri geliştirdiler ve iki medeniyetin mücadelesi edebi eserlerde yansıma buldu.
Fransızcayı edebi bir araç olarak kullanan Cezayirli yazarlar arasında Kateb Yacine ve Assia Djebar öne çıkmaktadır. Kateb Yacine, “Nedjma” adlı eseriyle kimlik ve aidiyet sorunlarını işlerken; Assia Djebar, “Cezayirli Kadınlar” ile sömürgecilik döneminde kadınların rolünü ve direnişlerini ele almıştır. Bu durum, Cezayir edebiyatının Fransız edebiyatına doğru bir açılım yaşamasına ve iki kültür arasında bir etkileşim sürecine neden oldu. Bu etkileşim, modern Cezayir edebiyatının oluşumunda önemli bir rol oynadı.
Fransız sömürge yönetimi, Cezayir’de kadınların asimile edilmesini, toplumun daha kolay kontrol edilmesi için bir araç olarak gördü. Ancak, Cezayirli kadınlar dini ve milli değerlerini savunarak bağımsızlık mücadelesine aktif olarak katıldılar. Bu direniş, Cezayir’in uluslaşma sürecinde kadınların önemli bir rol oynadığını göstermektedir.
Batı ve Doğu’nun Moderniteyi Yorumlaması
Modernite, Batı ve Doğu medeniyetleri tarafından farklı şekillerde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Bu farklı bakış açılarını şu şekilde özetleyebiliriz:
Batı’nın Moderniteye Bakışı
Batı’da modernite, Aydınlanma Çağı ile birlikte akılcılık, bilim ve bireysel özgürlük temellerinde şekillenmiştir. Bu süreç, geleneksel yapıları sorgulayarak toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik dönüşümlere yol açmıştır. Batı, moderniteyi kendi deneyimleri üzerinden tanımlamış ve bu kavramı evrensel bir model olarak sunmuştur.
Uygulaması ama özellikle sömürgecilik döneminde belirginleşmiştir. Bu süreçte, Batı kendi değerlerini ve yaşam biçimini evrensel bir model olarak sunmuş ve Doğu toplumlarının da bu modeli benimsemesini istemiştir. Bu durum, Doğu toplumlarında kültürel ve sosyal çatışmalara yol açmıştır.
Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Batılılaşma hareketleri, toplumda geleneksel değerlerle modernite arasında bir gerilime neden olmuştur. Bu süreçte, Batı’nın üstünlüğü fikriyle hareket eden bazı aydınlar, kendi kültürel değerlerini sorgulamış ve Batı’yı taklit etme yoluna gitmişlerdir.
Ayrıca, Batı’nın Doğu’yu kendi imgeleminde yeniden kurarak tanımlaması ve böylece Doğu üzerindeki hegemonyasını perçinlemesi, oryantalizm olarak adlandırılmıştır. Bu yaklaşım, Doğu toplumlarının kendi kimliklerini ve değerlerini değersizleştirerek, Batı’nın üstünlüğünü pekiştirmiştir.
Doğu’nun Moderniteye Bakışı
Doğu medeniyetleri moderniteyi tamamen reddetmek yerine, onu kendi değerleriyle uyumlu hale getirerek benimsemeye çalışmıştır. Özellikle İslam’ın Altın Çağı, bilim ve felsefede kaydedilen ilerlemelerle moderniteye ilham kaynağı olmuştur. Doğu, modernitenin bilimsel ve teknolojik yönlerini benimserken, Batı’nın kültürel hegemonyasına karşı temkinli bir duruş sergilemiştir.
Bu süreçte, moderniteye uyum sağlama çabaları Doğu toplumlarında önemli toplumsal dönüşümlere neden olmuştur. Örneğin, Tanzimat Dönemi ile Osmanlı İmparatorluğu, Batı’nın hukuk ve eğitim sistemlerinden etkilenmiş; ancak bu reformlar, geleneksel yapılarla modernite arasında çatışmalara yol açmıştır. Bu dönemde, moderniteye uyum sağlamak isteyen bazı aydınlar Batı’yı taklit etmeye yönelmiş, ancak bu durum toplumda kimlik krizlerini beraberinde getirmiştir.
Doğu toplumları, moderniteyi yalnızca teknik bir ilerleme olarak değil, aynı zamanda bir kimlik sorunu olarak da ele almıştır. Özellikle İslam medeniyetinin manevi ve kültürel değerlerini koruma çabaları, moderniteye eleştirel bir perspektif kazandırmıştır. Bu bağlamda, İslam modernizmi gibi hareketler, moderniteyi yerel değerlerle harmanlama çabalarını temsil eder.
Son olarak, Doğu toplumları moderniteyi, kendi kimliklerini güçlendirecek bir araç olarak da görmüşlerdir. Bu bağlamda, moderniteyi sadece Batı’nın bir ürünü olarak değil, evrensel bir dönüşüm süreci olarak kabul etmişlerdir. Ancak bu süreçte, kültürel değerlerin ve toplumsal yapının korunmasına özel bir önem verilmiştir.
Müslüman Muhafazakârların Moderniteye Bakışı
Müslüman muhafazakârlar, modernitenin bilimsel ve teknolojik ilerlemelerini kabul etmekle birlikte, bu ilerlemelerin ahlaki ve manevi değerlere etkisini sorgulamışlardır. İslam medeniyetinin bilim ve sanattaki altın çağı, modern dünyanın pek çok unsuruna ilham kaynağı olmuştur. Örneğin, Endülüs’teki Kurtuba Medresesi, yalnızca Batı’nın Rönesans Dönemi’ne katkıda bulunmamış, aynı zamanda bilimin evrensel niteliğini göstermiştir.
Tarihsel süreçte Müslüman toplumlar moderniteye farklı yaklaşımlar geliştirmiştir. Tanzimat Dönemi, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti’nde eğitim, hukuk ve idare alanlarında Batı tipi reformları başlatmış ve modernleşme çabalarının belirgin bir örneği olmuştur. Ancak bu reformlar, geleneksel yapılarla çatışarak toplumsal tepkilere neden olmuştur. Batı’dan alınan yeni eğitim sistemleri, geleneksel medrese anlayışını zayıflatmış ve toplumda kimlik krizlerine yol açmıştır.
Muhafazakâr düşünürler, moderniteyle uyum sağlama sürecinde değer erozyonuna karşı temkinli bir yaklaşım benimsemişlerdir. Aliya İzzetbegoviç’in şu sorusu bu endişeyi özetler: “Modernite bizi daha iyi insan mı yapıyor, yoksa sadece daha fazla bilgiyle donatılmış bir varlık mı oluyor?” Bu ifade, modernitenin insanın manevi gelişimine katkı sağlamaktan çok, onu yalnızca teknik ve bilimsel açıdan ilerletme riskine dikkat çekmektedir.
Bakalım, moderniteye dair düşüncelerimizi derinleştirirken, Sezai Karakoç, Roger Garaudy ve Rasim Özdenören gibi düşünürler nasıl bir tez savunuyorlar.
Sezai Karakoç (1933-2021)
Sezai Karakoç, modernitenin insan ve toplum üzerindeki olumsuz etkilerini yoğun bir şekilde ele alan bir düşünürdür. Ona göre, modernite Doğu’yu manevi değerlerinden kopararak Batı’nın materyalist değerlerine bağımlı hale getirmiştir. Şiir ve düşünce eserlerinde, modernitenin insanı yalnızlaştıran, manevi derinlikten uzaklaştıran ve toplumsal bağları zayıflatan etkilerini vurgular. Sezai Karakoç, moderniteyi sadece eleştirmekle kalmaz; aynı zamanda bir çözüm önerisi olarak İslam’ın dirilişini ve yeniden inşasını savunur. Bu yeniden diriliş, Doğu’nun manevi köklerine dönerek Batı modernitesine karşı özgün bir medeniyet anlayışı geliştirmesini hedefler.
Tezi: İslam medeniyetinin dirilişi, modernitenin yalnızlaştırıcı ve materyalist etkilerine karşı insanın manevi ve toplumsal bağlarını yeniden inşa edecektir.
Roger Garaudy (1913-2012)
Roger Garaudy, modernitenin insanlığı manevi bir kriz içine sürüklediğini düşünen bir düşünürdür. Ona göre, Batı modernitesi bireyselliği, aklı ve materyalizmi ön plana çıkararak manevi değerleri göz ardı etmiştir. Garaudy, modernitenin bu olumsuz yanlarını eleştirirken, İslam’ın evrensel değerlerinin modern dünyanın problemlerine çözüm sunabileceğini savunur. Sevgi, sosyal adalet ve eleştirel düşünce gibi İslam’ın temel öğretilerinin moderniteye bir alternatif oluşturabileceğini belirtir. Garaudy’nin düşüncelerinde, modernitenin bir rönesans ile yeniden şekillenmesi gerektiği fikri öne çıkar.
Tezi: Modernite, İslam’ın sevgi, adalet ve eleştirel düşünce boyutlarıyla yeniden şekillenerek insanlığa daha bütüncül bir yaklaşım sunabilir.
Rasim Özdenören (1940-2022)
Rasim Özdenören, modernitenin birey üzerindeki etkilerini hikâye ve deneme türündeki eserlerinde derinlemesine ele alır. Modernitenin bireyi manevi ve toplumsal köklerinden kopardığını savunan Özdenören, modernleşme süreçlerinin geleneksel değerlere tehdit oluşturduğunu vurgular. Ona göre, Müslüman birey moderniteye karşı eleştirel bir tutum takınmalı ve kendi değerlerini korumalıdır. Özdenören, modernitenin teknolojik ve bilimsel gelişim boyutlarını kabul ederken, bunun İslam ahlakıyla uyumlu bir şekilde uygulanması gerektiğini savunur.
Tezi: Modernite, İslam ahlakıyla uyumlu hale getirildiğinde, bireyin manevi ve toplumsal kimliği korunabilir ve güçlendirilebilir.
Bu düşünürlerin ortak noktası, modernitenin getirdiği bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin yanı sıra, insanın ahlaki ve manevi gelişiminin de önemini vurgulamalarıdır.
Aşağıdakı üç düşünür, moderniteyi ele alırken Müslüman ve Türk kimliğinin korunmasına vurgu yapmış, modernitenin fırsatlarını ve tehditlerini dengelemeye çalışmıştır.
Said Nursî (1877-1960)
Said Nursî, İslam’ın temel değerlerini koruyarak modern bilimin ve teknolojinin Müslümanlar tarafından benimsenmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre, modernite bir tehdit değil, doğru değerlendirildiğinde bir fırsattır. Ancak, bu süreçte İslam’ın ahlaki ve manevi ilkeleri rehber alınmalıdır. Said Nursî, Risale-i Nur külliyatında, moderniteyi sadece materyalist bir perspektifle değil, aynı zamanda maneviyatı da kapsayan bir şekilde ele alır. Ona göre, bilim Allah’ın yarattığı âlemi anlamanın bir yoludur ve bu nedenle İslam’la çelişmez. Moderniteyi reddetmek yerine, onunla İslami değerleri harmanlayarak bir sentez oluşturulmasını önerir.
Tezi: Modern bilimin, İslam’ın manevi ilkeleriyle birleşmesi sayesinde Müslümanlar, hem dünyaya hem de ahirete yönelik bir denge kurabilir.
Samiha Ayverdi (1905-1993)
Samiha Ayverdi, moderniteye eleştirel bir şekilde yaklaşırken, Batı’nın bilim ve teknolojik üstünlüğünü kabul etmiştir. Ancak, Batı medeniyetinin manevi boşluğunu da açıkça eleştirir. Ona göre, modernite, İslam toplumlarına sadece teknolojiyi değil, kültürel ve ahlaki yozlaşmayı da taşımaktadır. Ayverdi, modernleşme sürecinde Müslümanların kendi değerlerini muhafaza ederek ilerlemeleri gerektiğini savunur. Eserlerinde, geleneksel aile yapısının, ahlaki değerlerin ve toplumsal düzenin moderniteyle zedelenmemesi gerektiğini vurgular.
Tezi: Modernitenin teknolojik yönleri alınmalı, ancak bu süreçte İslam’ın ahlaki değerleri korunarak Batı’nın kültürel etkilerinden kaçınılmalıdır.
Fuat Köprülü (1890-1966)
Fuat Köprülü, Türk kültürü ve medeniyeti üzerine yaptığı çalışmalarda moderniteyi, Türk milletinin tarihsel birikimiyle harmanlayarak bir ilerleme modeli olarak sunmuştur. Ona göre, modernleşme kaçınılmaz bir süreçtir, ancak bu süreçte milli kültür ve değerler göz ardı edilmemelidir. Türk milletinin tarihindeki bilimsel ve sanatsal başarıları örnek göstererek, Batı’dan sadece teknolojik ve bilimsel unsurların alınmasını, kültürel asimilasyondan kaçınılmasını savunmuştur. Eserlerinde, moderniteyle gelenek arasında bir denge kurulması gerektiğini sıkça vurgular.
Tezi: Modernite, Türk kültürünün tarihsel zenginliğiyle birleştiğinde, hem Batı’nın bilimsel başarılarına ulaşılabilir hem de kültürel kimlik korunabilir.
Modernitenin olumlu yönlerini kabul etmekle birlikte, onun beraberinde getirdiği değer erozyonuna karşı temkinli davranılmalıdır. Bu bağlamda, Müslüman muhafazakâr düşünürler, modernite ile uyum sağlama çabalarının değer erozyonuna yol açabileceği endişesiyle bu süreçlere temkinli yaklaşmışlardır.
Modernite ile Şekillenen Küresel ve Dijital Dünyalar
Modernite, geleneksel yaşam biçimlerinden kopuşu ifade eden ve 18. ile 19. yüzyıllarda ortaya çıkan sosyal süreçlerin dinamizmini yansıtan bir kavramdır. Bu süreç, akılcılık, bilim ve bireysel özgürlük gibi değerlerle şekillenmiş ve toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik dönüşümlere yol açmıştır.
Küreselleşme ise, dünya ölçeğinde farklı ulusların ortak bir paydada birleşmesi olarak tanımlanabilir. Bu süreç, siyasi, sosyal, ekonomik ve teknolojik boyutlarıyla moderniteyle iç içe geçmiştir. Özellikle teknolojik gelişmeler, küreselleşmeyi hızlandıran temel etkenlerden biridir.
Dijitalleşme, teknolojinin ilerlemesiyle birlikte bilgi ve içeriklerin sayısallaştırılması anlamına gelir. İnternetin kullanımının genişlemesi ve bilgi ve iletişim teknolojilerindeki yenilikler, dijitalleşmenin etkisini artırmıştır. Bu süreç, haber takibinden alışverişe, iletişimden eğlenceye kadar birçok alanda etkili olmaktadır.
Modernite, küreselleşme ve dijitalleşme arasındaki ilişki, günümüz dünyasında toplumsal değişimleri anlamak için kritik öneme sahiptir. Modernitenin getirdiği değerler ve dönüşümler, küreselleşme süreciyle birlikte dünya çapında yayılmış ve dijitalleşme ile daha da hız kazanmıştır. Bu üç kavramın etkileşimi, toplumsal yapıları, kültürel etkileşimleri ve bireysel kimlikleri derinden etkilemektedir.
Özellikle eğitim alanında, dijitalleşme modernleşme eğilimlerinin bir yansıması olarak görülmektedir. Teknolojik gelişmeler, küreselleşmeyi ve dijital dönüşümü hızlandırmış, eğitimin dijitalleşmesi ise avantajlar ve dezavantajlar getirmiştir. Bu süreçte, eğitimde dijital dönüşümün önündeki engeller ve dijital çağda eğitim paydaşlarının beklentileri önemli tartışma konuları olmuştur.
Örneğin, pandemi döneminde uzaktan eğitim sistemlerinin hızla benimsenmesi, eğitimin dijitalleşmesinin bir gereklilik haline geldiğini göstermiştir. Öğrencilerin evlerinden derslere erişim sağlayabilmesi, öğrenme süreçlerini esnek hale getirirken, teknolojiye erişimi olmayanlar için bu durum bir eşitsizlik yaratmıştır. Ayrıca, dijitalleşme ile bilgiye erişim hızlanmış ve küresel ölçekte eğitim materyalleri daha ulaşılabilir hale gelmiştir.
Sonuç olarak, modernite, küreselleşme ve dijitalleşme süreçleri birbirleriyle yakından ilişkilidir ve toplumsal dönüşümlerde önemli rol oynamaktadır. Bu kavramların etkileşimi, günümüz dünyasında kültürel, ekonomik ve politik yapıları şekillendirmeye devam etmektedir.
Modern Devlet ve Modern Siyaset
Modernite süreci, sosyal hayatın yanı sıra siyasal düzeni ve iktidar ilişkilerini de kökten değiştirmiştir. Bu dönüşüm, akılcılığın ve rasyonalitenin siyasal düzenin temel taşı haline gelmesiyle mümkün olmuştur. Modern devlet, merkeziyetçilik ve halkın iradesine dayalı bir meşruiyet anlayışı geliştirmiştir. Max Weber’e göre, modern devlet, yasal-akılcı otoriteye dayanmaktadır. Bu, hukukun üstünlüğüne ve akılcı ilkelerle şekillenen bir yönetim anlayışına işaret eder.
Modern Devletin Ortaya Çıkışı
Modern devletin doğuşu, kapitalizmin gelişimi, Amerikan ve Fransız Devrimleri gibi tarihsel olaylarla ilişkilidir. Bu süreçte feodal düzen yıkılmış, burjuvazi sınıfı merkezi devletlerin güçlenmesini desteklemiş ve ulus-devlet anlayışı şekillenmiştir. Feodal yapının çözülmesi, halkın egemenlik kaynağı olarak kabul edilmesi ve bireysel özgürlüklerin genişletilmesi, modern siyaset anlayışını güçlendiren unsurlar olmuştur.
Felsefi olarak, modern devletin temelleri Niccolò Machiavelli, Jean Bodin ve Thomas Hobbes gibi düşünürler tarafından atılmıştır. Machiavelli, iktidarın sürekliliği için pragmatik ve laik bir egemenlik anlayışını savunmuş; Bodin, egemenliğin mutlak ve devredilemez bir güç olduğunu vurgulamış; Hobbes ise toplumsal sözleşme anlayışıyla düzenin sağlanabileceğini ileri sürmüştür. Bu düşünürler, modern devletin teorik çerçevesini oluşturmuşlardır.
Laiklik ve Anayasal Devlet
Laiklik, modern devletin önemli unsurlarından biri olarak dinin kamusal alandan çekilmesini ve bireyin özgürleşmesini sağlamıştır. Avrupa’daki din savaşlarının ardından benimsenen laiklik, devletin vatandaşlarına eşit mesafede durmasını ve din farkı gözetmemesini ilke edinmiştir. Böylece, bireyin hakları korunmuş ve bilimsel ilerlemenin önü açılmıştır.
Modern devletin anayasal yapıları, bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına alarak, siyasal yönetimi sınırlandırmıştır. Bu anlayış, bireylerin farklı kimliklerini özel hayatlarında yaşamasına olanak tanırken, kamu düzenine uyumu esas almıştır.
Modern Devlet ve Küreselleşme
Küreselleşme ile birlikte modern devletin geleneksel egemenlik anlayışı sorgulanır hale gelmiştir. Uluslararası iş birlikleri ve çok uluslu şirketler, ulus-devletlerin ekonomik ve siyasal kontrolünü zayıflatmıştır. Bu süreçte modern devlet, küreselleşme ve ulus-üstü yapıların etkisiyle yeni bir denge arayışına girmiştir.
Sonuç olarak, modern devlet, rasyonalite, hukukun üstünlüğü ve laiklik gibi temel ilkelerle şekillenmiş; birey haklarını genişletme ve merkeziyetçiliği güçlendirme hedefleriyle ortaya çıkmıştır. Ancak, küreselleşme ve uluslararası dinamikler, bu yapının dönüşümünü zorunlu kılmaktadır
Sonuç
Sonuç olarak, modernite, Batı ve Doğu medeniyetleri tarafından farklı şekillerde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Batı, moderniteyi kendi tarihsel ve kültürel bağlamında geliştirirken, Doğu medeniyetleri bu kavramı kendi değerleriyle uyumlu hale getirmeye çalışmış ve hala çalışmaktadır. Bu farklı bakış açıları, modernitenin evrensel bir kavram olmaktan ziyade, kültürel ve tarihsel bağlamlara göre değişkenlik gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Modernite, bir araçtır; onu nasıl kullandığımız, medeniyetlerin geleceğini belirleyecektir. Müslüman muhafazakârların Batı’nın modernite anlayışından öğrenecekleri kadar, kendi değerlerini de koruyarak bu anlayışa katkıda bulunmaları gerekmektedir.
“Değişim kaçınılmaz, ancak köklerini unutma.” Aliya İzzetbegoviç
Kalın sağlıcakla…
Konu ile ilgili değerli kaynaklar: